18 Haziran 2014 Çarşamba

Mülk Suresi 3-4. Ayet

 
   Ellezî halaka seb'a semâvâtin tibâkâ, mâ terâ fî halkır rahmâni min tefâvut, ferciıl basara hel terâ min futûr.

   Göklerin ve yerin yaratılışı, Allah'ın (c.c.) Kur'an da sıklıkla önümüze koyduğu, O'nun engin kudretini, sanatını yansıtan uçsuz bucaksız bir sistem. Bu ayette, Allah katmanlar, tabakalar halinde yedi gökleri yaratandır, buyuruluyor. Allah'ın (c.c) gökleri yedi tabaka halinde yaratması, bir dönem dünya semasıyla alakalı olarak düşünüldü. Ama ayetlere bakıldığında bunun bütünü itibarıyla gökleri kastettiği anlaşılıyor. Semavat diye bildiğimiz, tüm gökleri içine alan bu sistemin yedili şekilde tanzim edildiğini düşündürüyor. Ancak ilim geliştikçe, insanlık bunu keşfettikçe daha keskin sonuçlar elde edilecektir. Bugün anlaşılan pek çok ayet, dün nasıl müteşabih idiyse, bu ayette bugün için müteşabihtir. Yine göklerin ve yerin yaratılışının altı günde olduğu ayeti de müteşabih olarak önümüzde durmaktadır. İnsanlık birgün bunun da anlamını öğrenecek, buna dair ilmi keşiflerde bulunacaktır.

   Allah (c.c) insanı, gökleri incelemeye davet eder. Göklerin yaratılışını, büyüklüğünü incelediği zaman pek çok sonuçlara varacağını Kur'an haber veriyor. Bunlardan bir tanesi de kendi akıbeti, etrafında ölüp duran sevdikleri ve kendi yokoluşunun aslında bir son olmayacağını, tekrar yaratışın mümkün olduğu gerçeğini de yine gökler üzerinden okuyabileceği.  Evelem yerav ennallahellezi halakassemavati vel arda velem ya'ye bi halkıhinne bi kadirin ala en yujyiyel mevta...(1)Görmedilermi ki Allah gökleri ve yeri yaratmış ve güçsüz düşmemiş, yani bu devasa sistemi yaratmışsa, O ölüleri diriltmeye muktedir olmalıdır. İnsan göğe bakacak, bunu yaratan kudreti tanıyacak, "bunu vareden benim gibi ufacık bir varlığı ölümünden sonra elbetteki tekrardan varedebilir"diyecek. Le halkussemavati ve ardı ekberu min halkınnas... (2) Göklerin ve yerin yaratılışı insanın yaratılışından daha büyüktür.

   Yine göklerin ve yerin yaratılışı, onları yaratanın varlığının da en büyük kanıtı olarak Kur'an da sunulmakta. Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi, bir yaratıcının olması gerektiğine aklı erdiğinde, göklere baktı, yıldıza, aya, güneşe baktı, bu mudur benim Rabbim diyerek, hepsinin doğup batan, bir kanuna tabi olan şeyler olduğunu idrak edip, dediki ... la uhibbulafilin (3)  bunlar belli zamanlarda görünüp belli zamanlarda kaybolmak zorunda olan şeyler, belli ki emir altındalar. Ben yüzümü gökleri ve yeri varedene döndüm... (4) Allah (c.c.) başka bir ayette "de ki; Gökleri ve yeri yaratan Allah'tan başka dost mu edinecek mişim..." (5) Allah (c.c.) bu tanımlar üzerinden giderek insanı gökleri ve yeri düşünmeye, düşündükçe de O'nun kudretini anlamaya bir yol bulacağımızı ihbar etmektedir.

   Allah dini de buna göre tanzim etmiş, mü'minin gözünü sürekli göğe dikmiştir. Takvimimiz sürekli gökte gezinip duran ayın hareketi üzerine kurulu. İbadetimiz, namazımız gökteki güneşin hareketlerini iyi hesaplamayı gerekli kılıyor. İbadetlerimizi de herhangi bir istikamete değil, yön tayinimizi yaparak, kıbleyi bularak, o yöne yönelerek icra ediyoruz. Allah ibadetimizde bile bizi, içinde bulunduğumuz yer, yön ve vakit ile ilişkilendirmiştir.

   Ma tera fi halkırrahmani mün tefavut... Rahmanın yaratışında herhangi bir tefavut görmemektesin. Tefavut ne demek, bir taraf kaçıp alıp başını gitmiş. Mükemmel bir fotoğrafın içinden bir parçayı kestiğinizi düşünün, orası nasıl karanlık gözükür. Sen Rahmanın yarattığında bir tefavut göremezsin. Baktığında "bu taraflar düzenli ama öteki taraf kaymış gitmiş" diyebiliyor musun? Ferciil besara... Tekrar dön bak, bakışını tekrar döndür. Bu "nazar"dan öte birşey. "Basiret" yani içinde düşünce, hesap, muhakeme olan bir bakış. Hel tera min futur. O gökte bir yarılma, kırılma görmekte misin? Baktığında "bunu yaratan kudret şuraları iyi becermiş te buraları yapamamış" demekte misin? "Fercii-tekrar bak" ile gelen emir devam etmekte "sümmerciil besara- tekrardan bak" sonunda olacak olan şey şudur; "yenkalib ileykel besaru hasien ve huve hasir" bakışın çaresiz bir halde geri dönecek.

    Bugünkü ilim diyor ki, uzay genişlemektedir. Biz uzaya ne kadar gözlem aracı çıkarsak, dönüp bunların hesabını yapsak dahi biz bunları yapıncaya kadar uzay bizim hesapladığımız noktayı aşmış ve genişlemiş olacak. Kıyısında bulunduğunuz bir deniz düşünün, biz bir kulaç atıyoruz, ama her bir kulaç attığımızda sahil bizden on kulaç, yirmi kulaç uzaklaşıyor.

   Gökler ile aramızdaki mukayeseye sürekli girmemiz, ne denli küçük olduğumuzu, birbirimizle kapıştığımız dünyanın ne denli küçük olduğunu bize hatırlatan somut bir veridir. Mesela uçağa bindiğinizde koca bir şehir parmağınızın ucu kadar gözükür. "Hepsi bu kadar mı"dersiniz. Bu şehirdeki 100 metrekarelik arsalar için insanlar kavga eder, didişir. Bir de uzaydan dünyaya baktığınızı, muhakemenizi buraya taşıdığınızı düşünün. Bu, insana hayatı ve Yaratıcıyı anlamlandırabilmesi hususunda son derece açık kanıtlar sunacaktır.

   Allah (c.c.) başka bir ayette "yoksa onlar hiçbirşeyden mi türediler, yoksa kendi kendilerini mi yarattılar, yoksa gökleri ve yeri de kendileri mi yarattılar"(6) buyuruyor. Böyle şuurlu, akleden, hisseden bir varlık, düşünmeyen , akletmeyen varlıkların çarpışmasıyla mı ortaya çıktı? Sevgiyi , saygıyı bilen , dokunmayı bilen, adaleti bilen , ruh sahibi bir varlığın, fezadaki taş ve cisimlerden, bir hiçten mi türediğini iddia ediyorlar? Yoksa kendileri kendilerini mi yarattılar? Yoksa gökleri ve yeri de kendileri mi yarattılar? Şu halde önümüzde duran , bu en büyük soruların cevabı bizi kuşkusuz bir şekilde yaratıcıya götürürken, biz Güneşin çıkmasıyla parıldayan ve mavileşen bu gökyüzüyle kendimizi hapsedersek kendimize yazık etmiş oluruz. İnsanın bu devasa sistem içinde kendi küçüklüğünü farkedip, yaratıcıya dönmesi gerekirken, "boşver bunları" deyip, o küçücük Dünya'da kendisini gönüllü bir şekilde mahkum etmeye yönelmesi, insanın kendi aklına verdiği en büyük ziyan olsa gerek. Bunları farkedip, akledip, fersah fersah ilerleyebilecekken, Hz.İbrahim gibi yaratıcının önünde hayranlık duyabilecekken, kendisini bu küçük alana mahkum etmesiyle kendine yazık etmiş
olur.

    İnsan bu manzaraya bakınca, "bu karanlıktan bir çıkış varmıdır acaba?" diye hep düşünmektedir. Kuran'da Allah (c.c.) bu çıkışı sadece müminler için konu ediniyor. "Ayetlerimizi yalanlayanlar ve ayetlerimize karşı büyüklenenler, önemsemeyenler için göklerin kapıları açılmaz." (7) Allah göklerden ve göklerin açılan kapılarından söz ediyor. Bu, sistem harici bir bakış açısıyla söylenmiş bir söz olabilir. Yani bir evin içerisinde bulunan ve hiç dışarıyı bilmeyen bir kimse, "dışarı" mefumunu ve dışarıya açılan bir kapı kavramını bilemez. Dışarıdan ona "sana kapı, pencere açayım mı?" diyen bir sesten bahsediyoruz. Devamında "bunlar Cennete'de giremezler" diye geliyor ayet. Bunların arka arkaya gelmesi sanki  göklerin kapılarından çıkış ile Cennete girişin ardışık olduğunu hissettiriyor. Bu sistemin dışına çıkmak ancak müminler için söz konusu olacak. Peygamberimiz (s.a.v.) iyi kimselerin ve kötü kimselerin ölümünden bahsettiği hadiste; iyi kimselerin cenazeleri götürülürken ölen kişinin "çabuk götürün beni" diye seslendiğini bildiriyor. Yani bu kişi, ölümü yaşadı, hayattan ayrıldı, bu çizgiyi geçti. Ayetteki gibi melekler ona "Korkmayın, üzülmeyin, bıraktığınız Dünya üzülmeye değmez.Sizi vadedilen Cennetten ötürü müjdeler olsun" dedi. İşte bu ölüm anında duydukları bile kişiyi öylesine değiştirmiş ve heyecanlandırmış olmalı ki, 60-70 yıl bağlandığı ortamdan bile çabucak kopmuş ve etrafındakilere "Beni çabuk götürün!" demeye başlamış. Kimbilir belki melekler ona, " Bu göklerin dışına çıkacaksın, Allahın sana vaad ettiği güzelliklerden numune göreceksin" diye müjdeler verdiler ve o kişi aradaki farkı tattığı ilk andan itibaren tümüyle hayata dair herşeyden vazgeçebildi.





(1) Ahkaf/33
(2) Mü'min/57
(3) En'am/76
(4) En'am/79
(5) En'am/14
(6) Tur/35-35
(7) Araf/40


7 Haziran 2014 Cumartesi

Mülk Suresi 2. Ayet (6. Bölüm)

   Li yebveküm eyyüküm ahsenü amela...  Allah (c.c.) ölümü ve hayatı, hanginiz daha güzel amel yapacak, bunu ibtila etsin diye yarattı, sınavın ana gayesi bu. Bu bize hangi mesajı veriyor? İçinde bulunduğumuz ortamda bizden beklenen en güzel amel kriteri. Her bireyin ayrı ayrı yoklandığı yegane kriter bu. Ölümü, hayatı ve yaratıcının bizi bu hayatın içinde niçin yarattığı gerçeğini yok sayarsak o zaman yaşamın kendisiyle boğuşmaya başlıyoruz. Birbirimize karşı mücadeleye, üstünlük kurma yarışına, yeryüzüyle boğuşmaya, ondan daha fazla birşeyler kapmaya, böylesi bir yarışa dönüşüyor. İ’lemû ennemel hayâtud dunyâ leibun ve lehvun ve zînetun ve tefâhurun beynekum ve tekâsurun fîl emvâli vel evlâd...(1) dünya hayatı bu haliyle sadece bir oyun ve eğlenceye, bir süs malzemesine, aranızda böbürlenme aracına, mallar ve evlatlar bakımından çoğalma yarışına dönüşen bir maraton haline gelir. İnsan, hayatın gerçek maksadını gözden kaçırdığında bunlarla uğraşıyor. Allah bunları yağan yağmurla birlikte, tüm güzelliğiyle ortaya çıkan bir mahsule benzetiyor. Her ilkbaharda başlayan bu süreç kısa zaman içerisinde sararıp solar ve çer çöp haline gelir. Bunlar nasılsa, gayretini bu öğeler üzerine kurup, yaratılış maksadından gafil kalan kişi de böyle bir yarışın içerisinde koşar koşar ve sonu neticesiz kalır. "Li yeblüveküm ahsenü amela" ifadesiher insan için kilit öneme haiz. Buna dikkat edildiği, davranışlar, eylemler buna dayalı olarak şekillendiği sürece sonuç alınır, bu gözden kaçırıldığında kendi başına eğlenen, oyalanan, bir sürü yorgunluğa girilen ve sonuçsuz kalan bir sürece dönüşür. Böyle kimseler ölümün eşiğine geldiklerinde yığdıkları malların, onca uğraşının aslında amaçsız kaldığını, ...vecedallâhe indehu fe veffâhu hisâbeh... (2)oracıkta Rabbiyle karşılaşıp ona hesabını çıkardığını görürler. Bu, kişinin varlığını ve yaşamını akletmeyerek kendisine yaptığı en büyük kötülük olsa gerek. 

   Ayetin sonu "vehuvel azîzul gafûr" diye bitmekte. El azîzul, karşı duranı olmayan, herşeyi gücü, kudreti altında tutan en yüce kudret. Allah (c.c.) el azîz oluşuna niye burada işaret etti? Surenin başında mülkün sahibi olduğunu, hanginiz güzel ameller yapacak diye ölümü ve hayatı yarattığını ifade etti. Burada el azîz deniyorsa, bu yapmak istediklerini kesinlikle yerine getireceğini, bu süreci değiştirmeye, başka bir yöne çekmeye, durdurmaya, engellemeye güç yetirilemeyeceğini, tamda istediği gibi işletip, sonuçlandıracağına işaret ediyor. 

   Yani Allah (c.c.) başlangıçta böyle diledi, dolayısıyla ömürlerimize başlangıç ve sonlar tayin etti, eceller tayin etti, ama mesela süreç yarıda kesildi. İnsanlar Allah'ın (c.c.) bu murad ettiği şeyde O'nu aciz bıraktılar. Ölüm sarmalından kurtuldular, artık ölmemeye başladılar, kendilerine uzayda özerk bir bölge oluşturdular, Allah'ın (c.c.) takdirlerini kırmaya başladılar. Yüce Yaratıcı baştan planladığını sonuca vardıramadı. İlk dönemler bazı insanlar hakkında bu dilediklerini yerine getirebilmişken, insan zekasıyla, yaptıklarıyla bu döngüden kurtuldu. Böyle birşey sözkonusu olabilir mi? Allah "Ben El aziz'im"diyor. Nahnu kadderna beynekümul mevte ve ma nahnu bimesbukıyn. (3) Aranızda ölümü biz takdir ettik ve biz bu konuda geçilemez, aşılamaz durumdayız. Yani Allah'ın, insanları sınamak için kurduğu bu sistemi, amaçladığı şeyden uzaklaştıracak, sistemden el çektirecek bir noktaya gelmesi düşünülemez. O'nu böyle bir acziyete düşürmek sözkonusu değildir. Yani Allah (c.c.) kuralları koydu, sanmayın ki yerine getiremez, O, El aziz'dir. 

   Mesela öğretmen yılın başında kurallar koyar, şöyle yaparım, böyle ederim, şöyle yapanın notunu kırarım vs.. Ama dönem içerisinde vakıayla yüzleşir. Öğrenciler toplu hareket ediyor, öğretmen istediklerini yaptıramıyor. Bazen okul idaresi karar alıyor. Bayramda şöyle olacak, gelmeyen şöyle olur, keskin ifadeler kullanılıyor. Ama öğrenciler toplu halde gelmeyiveriyor, okul yönetimi aciz kalıyor. Koyduğu kuralı yerine getiremeyen nice yönetim vardır. Allah (c.c.) ben sistemi böyle kurdum, bu amaçla kurdum, böyle işleteceğim, dediği yerde "Ben El aziz' im" diyor. Sanmayın ki zaman uzadıkça, süreç ilerledikçe Allah(c.c.) bu maksadından aciz kalır, sonuca vardıramaz, o yüzden gevşek davransakta mühim değil.  Tamda dediği gibi yapacak ve vakti gelince sistemi tümden yokedecektir, çünkü Allah (c.c.) el aziz'dir. El aziz ifadesi Allah'ın bu konuda ne kadar ciddi olduğunu vurgularken, ayetin son kelimesi bize bir müjdeyi seslendiriyor. El gafur, bağışlayan, çokça esirgeyen. Bu iki kelime, birisi ne kadar sert, korkutucu, ürkütücü ise, sistemin açık vermeyecek 
olduğunu ifade ediyorsa el gafur da aynı manaya hizmet ediyor.  Şöyle ki; eğer biz yaratılışımızın 
maksatlarıyla uyumlu bir halde değilsek, el aziz bizi korkuttuğunda, el gafur bize; sistemin manasına, amacına uyumlu hale gelmenin bir yolu var, diyen bir ifadedir. 

   Yüce Yaratıcıya dönüp; ben hayatı bugüne değin Sen'in yarattığın maksatla uyumlu yaşamadım, Sen'i gözardı ettim, benim tekrar Sen'inle barışık olmamaın bir yolu var mı? Sen'in bu konuda ciddi olduğunu ve bu sistemi beni sınamak adına tercihlerimi ortaya koyabileceğim, irademi rahatça sergileyebileceğim bir ortam olarak yarattığını ve buradaki rolümü ve önemimi farkettim, benim için bir yol, bir ümit var mı, dediğinde, Allah (c.c.); "el gafur" diyor. O bağışlayandır. Kur'an da tehdit içeren ayetler bile mağfiret içerenler kadar davete yöneliktir. Allah (c.c.) niçin yoksayanlar, müstekbir olanlar açısından akıbetin feci olacağını hatırlatır, detaylarıyla azabını anlatıyor? Eğer cezalandırma yanlısı olsaydı çok üstünde durmaz böylece daha fazla kişinin cehenneme düşmesine yol açacak bir ifadede bulunurdu. Ama tersine Allah (c.c.) kullarını bundan sakındıran, kendisine çağıran bir uslup içerisindedir. Cennete çağıran ayetlere de, cehennemden sakındıran ayetlere de baktığımızda şu neticeye varırız; Allah (c.c.) kuluna rahmet etmek istiyor. 


   Kimler Allah'ın rahmetinden, Allah (c.c.) çağırdığı halde nasipsiz kalabilir? O rahmeti ısrarla istemeyenler. Allah (c.c) en azılı kulu Firavun' a Hz. Musa'yı gönderirken ona kavlüleyyin- yumuşak söz ile tebliğde bulunmasını öğütlüyor. Eğer Firavun da dönseydi Allah ona da rahmet ederdi. Allah kullarına "Kul yâ ıbâdiyellezîne esrefû alâ enfusihim lâ taknetû min rahmetillâh, innallâhe yagfiruz zunûbe cemîâ..." Ey kendilerine karşı israfta bulunmuş olan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, Allah bütün  günahları affeder" diye sesleniyor. Öyle kimselerden söz ediyoruz ki, günahta israf etmiş, Allah kendilerine ne kadar imkan lutfettiyse hep kendi aleyhlerinde kullanmış kimseler. Kullarına; ümitsizliğe düşmeyin, ne kadar uzaklaşmış olursanız olun affederim, haberini gönderen Allah (c.c.). Bunun başka bir örneğini biliyor musunuz? Birbirine küsen insanları barıştırmak için arada mekik dokuyanlar birinin ağzından olumlu bir söz koparmak için çırpınıp dururlar. İkisi de karşı taraf tenezzül etsin diye bekler. Göklerin ve yerin yaratıcısı ise daha baştan tenezzül ediyor ve haber gönderiyor. Ben bağışlarım diyor, yeterki kul dönsün. 


(1) Hadid/20
(2) Nur/39
(3) Vakıa/60


  










4 Haziran 2014 Çarşamba

Mülk Suresi 2. Ayet (5. Bölüm)

Li yeblüveküm...

  Sizler cennete gireceğinizi mi sandınız, Allah içinizden cihad edenleri, sabredenleri bilmeden.(1) İbtila, Allah'ın sınaması konusu bir boyutuyla Allah'ın bilmesi, kullarının ne tepki vereceğini öğrenmesi, bunu ezelden bilip bilmediği ve O'nun gayb ilmiyle bunu ne denli bildiği konusunu da içinde barındırmaktadır. Bu konu pek çok insanın "Allah, değilmi ki bizim ne yapacağımızı, nasıl tepkiler vereceğimizi bilmektedir, şu halde niçin hayatı, ölümü, bunca sistemi yarattı da bu kadar işe girişti? Halbuki zaten bunun sonuçlarını bilmektedir" gibi bir soruyada dönüşebilmektedir.

   Allah olacak herşeyi olmadan önce bilir. Bunu Allah gayb ilmiyle açıklıyor. Bizler sadece şuhud aralığı dediğimiz zamana bakmaktayız. Olaylar gerçekleştikçe tanık olmaktayız, üstelik gerçekleşen her olaya da tanık değiliz. Allah zatını ise, hem gerçekleşen her olaya, gerçek zamanlı olarak,evrenin neresinde olursa olsun tanık olduğunu -ki buna Kur'an da ilmüşşehadeh diyor- ve bununla sınırlı olmadığını, zamanın ilerisinin ve gerisinin de ilmine sahip olduğunu -buna da ilmülgayb diyor-  ifade ediyor. Alimül gaybi veşşehadeti. Gaybında şehadetinde alimi. Allah'ın gayb ilmi, yani birşey olmadan önceki ilmi ile o şey gerçekleşirken olan şehadet ilmi birebir örtüşür. Allah, gayben bildiği birşey gerçekleştiğinde " a böyle bizim bildiğimiz gibi olmadı" demez. Gayben nasıl bildiyse hakikat ve vakıa aynen Allah'ın bildiği şekilde birbiriyle örtüşür. Asla burada bir yanılgı, fire sözkonusu olmaz.  Dolayısıyla, Allah, biz insanlar için hazırladığı yaşam ve yaşam içerisindeki hertürlü sınav sahnelerini ve bunlarda ne tür tepkiler vereceğimizi bilir. Vakti zamanı gelince biz bu tepkileri verdiğimizde de Allah şehadet ilmiyle ayrıca bilir ve bu iki bilgi örtüşür.

   Şimdi şu iki noktayı ayırmak lazım. Allah'ın zaten yaşanacak bir olayı henüz yaşanmadan bilmesi ayrı birşey, hiç yaşanmayacak bir olayı bilmesi diye bir söylem başka birşeydir. Yani Allah'ın birşeyi olmaksızın bilmesinden mi sözediyorsunuz? Allah henüz olacak birşeyi henüz olmadan kesinlikle bilir.  Ama olmaksızın, olmayacak birşeyi bilmesi demek, bu batıl bir sorudur. Çünkü Allah'ın bilgisi değilmi ki hakikati yansıtacak, olmayacak birşeyin de Allah, olmayacağını bilir. Yani "Allah bize hiç sınav ortamı yaratmasaydı, iyilik fırsatları, kötülük fırsatları yaratmasaydı, yaratmadan nasıl olsa bilecek, niçin iyileri cennete, kötüleri cehenneme koymadı" sorusu batıl bir sorudur. Allah böyle yapsaydı, yani bunların hiçbirini yaratmasaydı, Allah'ın bileceği şey "hiçbirşey yaratmadığı" olacaktı. Olmayacak birşeyden bahsediyorsanız, Allah onun olmayacağını bilir. Olacak şeyleri önceden bilmesinden yola çıkarak, olmayacak şeyleri bilmesini de söylemek batıldır. Allah olmayan birşeyin de olmadığını bilir. ...e tunebbiûnâllâhe bimâ lâ ya'lemu fîs semâvâti ve lâ fîl ard...(2) Siz Allah'a ne göklerde ne de yerde bilmediği birşeyi mi haber veriyorsunuz? Allah'ın bilmediği şey nedir? Bir şeriki, ortağı olduğu. Allah böyle birşey bilmiyor, dolayısıyla böyle birşey yok. 

   Li yeblüveküm... Sizi sınasın diye... Bir başka noktaya işaret etmeye gerek var. Allah'ın gayben bilmesi amellerimizi O'nun belirlediği anlamına gelir mi? Burada sorun Allah'ın bizim tepkilerimizi belirlemesi mi, yoksa önceden bilmesi mi? Allah Kur'an da hiçbir yerde "sizin amellerinizi, sınav sahnelerinde verdiğiniz tepkileri ben belirliyorum" demiyor. Tersine, tercihin tamamen bize ait olduğunu, özgür olduğumuzu söylüyor. O zaman geriye ne kalıyor, Allah'ın bizim tercihlerimize müdahale etmeksizin bilebilmesi. Bu Allah'ı ilgilendiren, O'na ait bir bilgi türüyse buna bozulma hakkımız yok. Biz, sonuna kadar tercihlerimizin bize ait olması konusunda itirazkar olabiliriz, hakkımız bu, aksi zulüm olur. 

   Eğer bir adım ileri gidip; sonradan olacak birşeyi önceden biliyorsanız bunu illaki siz belirliyorsunuz, bunu belirlemeksizin bilmenin imkanı yok, bu Allah için bile sözkonusu olamaz, gibi birşey iddia edersek, o zaman bize derler ki; sen bütün ilmi ihata mı ettin ki böyle birşeye hükmediyorsun? İlimde en büyük beceri, birşeyin olamayacağına hükmetmektir. Çünkü bu bütün varlığı ihata etmeyi gerektirir. Bugün tecelli eden nice ilmi gelişme varki geçmişteki insanlara sorsan onun mümkün olamayacağına hükmederlerdi. Dolayısıyla Allah bizim bilmediğimiz bir ilimle zamanın öncesini ve sonrasını , o zaman içerisindeki insanların tepkilerine ipotek koymaksızın bilebiliyorsa bu Zat-ı İlahi' ye ait birşeydir. Bizi ilgilendirmez, yeter ki bizim irademize dokunulmasın. 


(1) Al-i İmran/142
(2) Yunus/18