18 Haziran 2014 Çarşamba

Mülk Suresi 3-4. Ayet

 
   Ellezî halaka seb'a semâvâtin tibâkâ, mâ terâ fî halkır rahmâni min tefâvut, ferciıl basara hel terâ min futûr.

   Göklerin ve yerin yaratılışı, Allah'ın (c.c.) Kur'an da sıklıkla önümüze koyduğu, O'nun engin kudretini, sanatını yansıtan uçsuz bucaksız bir sistem. Bu ayette, Allah katmanlar, tabakalar halinde yedi gökleri yaratandır, buyuruluyor. Allah'ın (c.c) gökleri yedi tabaka halinde yaratması, bir dönem dünya semasıyla alakalı olarak düşünüldü. Ama ayetlere bakıldığında bunun bütünü itibarıyla gökleri kastettiği anlaşılıyor. Semavat diye bildiğimiz, tüm gökleri içine alan bu sistemin yedili şekilde tanzim edildiğini düşündürüyor. Ancak ilim geliştikçe, insanlık bunu keşfettikçe daha keskin sonuçlar elde edilecektir. Bugün anlaşılan pek çok ayet, dün nasıl müteşabih idiyse, bu ayette bugün için müteşabihtir. Yine göklerin ve yerin yaratılışının altı günde olduğu ayeti de müteşabih olarak önümüzde durmaktadır. İnsanlık birgün bunun da anlamını öğrenecek, buna dair ilmi keşiflerde bulunacaktır.

   Allah (c.c) insanı, gökleri incelemeye davet eder. Göklerin yaratılışını, büyüklüğünü incelediği zaman pek çok sonuçlara varacağını Kur'an haber veriyor. Bunlardan bir tanesi de kendi akıbeti, etrafında ölüp duran sevdikleri ve kendi yokoluşunun aslında bir son olmayacağını, tekrar yaratışın mümkün olduğu gerçeğini de yine gökler üzerinden okuyabileceği.  Evelem yerav ennallahellezi halakassemavati vel arda velem ya'ye bi halkıhinne bi kadirin ala en yujyiyel mevta...(1)Görmedilermi ki Allah gökleri ve yeri yaratmış ve güçsüz düşmemiş, yani bu devasa sistemi yaratmışsa, O ölüleri diriltmeye muktedir olmalıdır. İnsan göğe bakacak, bunu yaratan kudreti tanıyacak, "bunu vareden benim gibi ufacık bir varlığı ölümünden sonra elbetteki tekrardan varedebilir"diyecek. Le halkussemavati ve ardı ekberu min halkınnas... (2) Göklerin ve yerin yaratılışı insanın yaratılışından daha büyüktür.

   Yine göklerin ve yerin yaratılışı, onları yaratanın varlığının da en büyük kanıtı olarak Kur'an da sunulmakta. Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi, bir yaratıcının olması gerektiğine aklı erdiğinde, göklere baktı, yıldıza, aya, güneşe baktı, bu mudur benim Rabbim diyerek, hepsinin doğup batan, bir kanuna tabi olan şeyler olduğunu idrak edip, dediki ... la uhibbulafilin (3)  bunlar belli zamanlarda görünüp belli zamanlarda kaybolmak zorunda olan şeyler, belli ki emir altındalar. Ben yüzümü gökleri ve yeri varedene döndüm... (4) Allah (c.c.) başka bir ayette "de ki; Gökleri ve yeri yaratan Allah'tan başka dost mu edinecek mişim..." (5) Allah (c.c.) bu tanımlar üzerinden giderek insanı gökleri ve yeri düşünmeye, düşündükçe de O'nun kudretini anlamaya bir yol bulacağımızı ihbar etmektedir.

   Allah dini de buna göre tanzim etmiş, mü'minin gözünü sürekli göğe dikmiştir. Takvimimiz sürekli gökte gezinip duran ayın hareketi üzerine kurulu. İbadetimiz, namazımız gökteki güneşin hareketlerini iyi hesaplamayı gerekli kılıyor. İbadetlerimizi de herhangi bir istikamete değil, yön tayinimizi yaparak, kıbleyi bularak, o yöne yönelerek icra ediyoruz. Allah ibadetimizde bile bizi, içinde bulunduğumuz yer, yön ve vakit ile ilişkilendirmiştir.

   Ma tera fi halkırrahmani mün tefavut... Rahmanın yaratışında herhangi bir tefavut görmemektesin. Tefavut ne demek, bir taraf kaçıp alıp başını gitmiş. Mükemmel bir fotoğrafın içinden bir parçayı kestiğinizi düşünün, orası nasıl karanlık gözükür. Sen Rahmanın yarattığında bir tefavut göremezsin. Baktığında "bu taraflar düzenli ama öteki taraf kaymış gitmiş" diyebiliyor musun? Ferciil besara... Tekrar dön bak, bakışını tekrar döndür. Bu "nazar"dan öte birşey. "Basiret" yani içinde düşünce, hesap, muhakeme olan bir bakış. Hel tera min futur. O gökte bir yarılma, kırılma görmekte misin? Baktığında "bunu yaratan kudret şuraları iyi becermiş te buraları yapamamış" demekte misin? "Fercii-tekrar bak" ile gelen emir devam etmekte "sümmerciil besara- tekrardan bak" sonunda olacak olan şey şudur; "yenkalib ileykel besaru hasien ve huve hasir" bakışın çaresiz bir halde geri dönecek.

    Bugünkü ilim diyor ki, uzay genişlemektedir. Biz uzaya ne kadar gözlem aracı çıkarsak, dönüp bunların hesabını yapsak dahi biz bunları yapıncaya kadar uzay bizim hesapladığımız noktayı aşmış ve genişlemiş olacak. Kıyısında bulunduğunuz bir deniz düşünün, biz bir kulaç atıyoruz, ama her bir kulaç attığımızda sahil bizden on kulaç, yirmi kulaç uzaklaşıyor.

   Gökler ile aramızdaki mukayeseye sürekli girmemiz, ne denli küçük olduğumuzu, birbirimizle kapıştığımız dünyanın ne denli küçük olduğunu bize hatırlatan somut bir veridir. Mesela uçağa bindiğinizde koca bir şehir parmağınızın ucu kadar gözükür. "Hepsi bu kadar mı"dersiniz. Bu şehirdeki 100 metrekarelik arsalar için insanlar kavga eder, didişir. Bir de uzaydan dünyaya baktığınızı, muhakemenizi buraya taşıdığınızı düşünün. Bu, insana hayatı ve Yaratıcıyı anlamlandırabilmesi hususunda son derece açık kanıtlar sunacaktır.

   Allah (c.c.) başka bir ayette "yoksa onlar hiçbirşeyden mi türediler, yoksa kendi kendilerini mi yarattılar, yoksa gökleri ve yeri de kendileri mi yarattılar"(6) buyuruyor. Böyle şuurlu, akleden, hisseden bir varlık, düşünmeyen , akletmeyen varlıkların çarpışmasıyla mı ortaya çıktı? Sevgiyi , saygıyı bilen , dokunmayı bilen, adaleti bilen , ruh sahibi bir varlığın, fezadaki taş ve cisimlerden, bir hiçten mi türediğini iddia ediyorlar? Yoksa kendileri kendilerini mi yarattılar? Yoksa gökleri ve yeri de kendileri mi yarattılar? Şu halde önümüzde duran , bu en büyük soruların cevabı bizi kuşkusuz bir şekilde yaratıcıya götürürken, biz Güneşin çıkmasıyla parıldayan ve mavileşen bu gökyüzüyle kendimizi hapsedersek kendimize yazık etmiş oluruz. İnsanın bu devasa sistem içinde kendi küçüklüğünü farkedip, yaratıcıya dönmesi gerekirken, "boşver bunları" deyip, o küçücük Dünya'da kendisini gönüllü bir şekilde mahkum etmeye yönelmesi, insanın kendi aklına verdiği en büyük ziyan olsa gerek. Bunları farkedip, akledip, fersah fersah ilerleyebilecekken, Hz.İbrahim gibi yaratıcının önünde hayranlık duyabilecekken, kendisini bu küçük alana mahkum etmesiyle kendine yazık etmiş
olur.

    İnsan bu manzaraya bakınca, "bu karanlıktan bir çıkış varmıdır acaba?" diye hep düşünmektedir. Kuran'da Allah (c.c.) bu çıkışı sadece müminler için konu ediniyor. "Ayetlerimizi yalanlayanlar ve ayetlerimize karşı büyüklenenler, önemsemeyenler için göklerin kapıları açılmaz." (7) Allah göklerden ve göklerin açılan kapılarından söz ediyor. Bu, sistem harici bir bakış açısıyla söylenmiş bir söz olabilir. Yani bir evin içerisinde bulunan ve hiç dışarıyı bilmeyen bir kimse, "dışarı" mefumunu ve dışarıya açılan bir kapı kavramını bilemez. Dışarıdan ona "sana kapı, pencere açayım mı?" diyen bir sesten bahsediyoruz. Devamında "bunlar Cennete'de giremezler" diye geliyor ayet. Bunların arka arkaya gelmesi sanki  göklerin kapılarından çıkış ile Cennete girişin ardışık olduğunu hissettiriyor. Bu sistemin dışına çıkmak ancak müminler için söz konusu olacak. Peygamberimiz (s.a.v.) iyi kimselerin ve kötü kimselerin ölümünden bahsettiği hadiste; iyi kimselerin cenazeleri götürülürken ölen kişinin "çabuk götürün beni" diye seslendiğini bildiriyor. Yani bu kişi, ölümü yaşadı, hayattan ayrıldı, bu çizgiyi geçti. Ayetteki gibi melekler ona "Korkmayın, üzülmeyin, bıraktığınız Dünya üzülmeye değmez.Sizi vadedilen Cennetten ötürü müjdeler olsun" dedi. İşte bu ölüm anında duydukları bile kişiyi öylesine değiştirmiş ve heyecanlandırmış olmalı ki, 60-70 yıl bağlandığı ortamdan bile çabucak kopmuş ve etrafındakilere "Beni çabuk götürün!" demeye başlamış. Kimbilir belki melekler ona, " Bu göklerin dışına çıkacaksın, Allahın sana vaad ettiği güzelliklerden numune göreceksin" diye müjdeler verdiler ve o kişi aradaki farkı tattığı ilk andan itibaren tümüyle hayata dair herşeyden vazgeçebildi.





(1) Ahkaf/33
(2) Mü'min/57
(3) En'am/76
(4) En'am/79
(5) En'am/14
(6) Tur/35-35
(7) Araf/40


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder