19 Temmuz 2014 Cumartesi

Mülk Suresi 5. Ayet


   Ve lekad zeyyennes semâed dunyâ bi mesâbîha ve cealnâhâ rucûmen liş şeyâtîni ve a’tednâ lehum azâbes saîr.

   Bu ayette Allah (c.c.) dünya semasını kandillerle tezyin ettik, süsledik, buyuruyor. Öncesinde 3. ayette çoğul olarak, yedi gökler vardı. Bu ayette artık "dünya seması" diye tek bir semaya işaret ediliyor. Dünyaya bakan, dünyayı saran, dünyaya yakın olan sema anlamlarına gelebilir. Öteki semalar daha aşkın, daha öte olsa gerek.
"Dünya semasını kandillerle tezyin ettik" Bu, dünyadan bakan kimseler açısından bir zinet, güzel bir manzara. Baktıkları zaman onların gözlerine hoş gelecek, anlamlı gelecek, onları düşünceye sevkedecek, onlara ilahi kudretin ve ilmin sınırsızlığını ilham edecek bir manzara oluşturuyor. Dünya seması bu anlamda öylesine rastgele, anlamsız, biçimsiz ve işlevsiz değil. İnsanları kendine bakmaya davet ediyor. Öyleya tezyin ettiğini, güzelleştirdiğini söyleyen herkes, zinetlendirdiği şeyi, insanların ilgisine sunan bir yaklaşımda olur. Şu halde dünya semasının tezyin olması da dünya sakinlerinin semaya bakmalarına bir davetiye gibidir. İşlevi tezyin ile sınırlı mı? Hayır, bu gördüğümüz ışıklı cisimler aynı zamanda " ve cealnâhâ rucûmen liş şeyâtîn" şeytanlar için birer ateş parçacığıdır. Bize bakan yüzüyle güzel bir resim iken, aynı zamanda şeytanları semadan kovan unsurlardır. Onlar mele-i ala'ya kulak vermeyi denedikçe her taraftan taşlanıyor. (Saffat 8) Allah (c.c.) gökte yaşanan bu tür durumlardan söz ediyor. Bu büzüm göz ile muttali olamadığımız bir bilgi, Allah bize haber veriyor. Bu varlıklar cinlerden müteşekkil. Cin suresinde onların kendi ifadesiyle "biz göğe dokunduk, baktık ki oradaki koruma önlemleri iyice arttırılmış" Bu ifadeye baktığımızda "göğe çıktığımızda" demiyorlar, "göğe dokunduğumuzda" diyorlar. Nasıl varlıklarsa bunlar, göğün bizim açımızdan erişilmez, olağanüstü uzak mesafelere, dokunmaktan sözediyorlar. Ve diyorlar ki "önceden biz orada oturaklar edinirdik" Böyle göğe dokunuan, bu mesafeleri gidip gelebilen varlıklar bir ayet sonra diyorlar ki " biz artık kanaat getirdik ki Allah'ı yeryünde aciz bırakamayız, kaçarak ta O'ndan kurtulamayız."  Böylesine hızlı hareket edebilen, bu mesafeleri dokunarak geçebilen varlıklar için Allah'tan kaçarak kurtulmak ya da O'nu aciz bırakmak olanaksız birşey ise bizim bu fiziksel varlığımızla, yere mahkum ağırlığımızla Allah'ın kudreti karşısında ne kadar çelimsiz olduğumuzu düşün.

   Bu varlıkları bize Allah (c.c.) haber veriyor. Hakikatını benzerleriyle idrak etmemiz mümkün. Kendi varlığımızla da idrak etmemiz mümkün. Şimdi biz cinlerin varlığını - hem de bu dünya ortamında nasıl yaşadıklarını- açıklayamıyor isek, keyfiyetinden habersiz isek bu hakikatı reddetmemiz gerektiği anlamına gelmez. Biz nasıl olduğunu açıklayamadığımız başka hususların da varlığıyla birebir karşı karşıyayız. Mesela kendi ruhumuz. Allah resulüne ruh ile ilgili sorulduğunda "Rabbimin emrindendir" diye tarif ediyor. Ve akabinde "ilimden size ancak az birşey verilmiştir" Ruhun mahiyetine dair bir açıklamaya sahip olmasak ta varlığına dair bir idrake sahibiz. Varlığını biliyoruz çünkü bizatihi varlığımız onunla kaim. Allah (c.c.) içimizden yeni gelenlere annelerinin karnında yeni bir beden yarattıktan sonra onları da yepyeni bir ruh ile dünyaya getiriyor. Bedeninin nasıl teşekkül ettiğiniz az çoktahmin edebiliriz. Kadının yediği içtiği üzerinden bir şekilde o beden orada oluşuyor. Ama sahip olunan ruh nereden geliyor? Bunun keyfiyetine dair açıklamamız var mı? Yok. Ama gerçekliğiyle birebir karşı karşıyayız. Dolayısıyla hakikati aklederek kesitirmemiz ile, nasıl olacağına dair bir açıklamaya sahip olmamız aynı şeyler değil. Bazı kimseler "keyfiyetini, nasıl olduğunu bilmiyorsam, o zaman hakikatini de kabul etmem" şeklinde bir yaklaşım gösteriyorlar. Halbuki bu pozitif ilimde bile karşılığı olmayan bir yaklaşım. Bugün matematik olsun, fizik olsun, tıp olsun hangi pozitif ilim dalını düşünürseniz düşünün, o ilim dalının karşı karşıya olduğu o kadar gerçeklik var ki o ilim dalları henüz bir açıklama getiremiyor ve bütün mesailerini bunların nasıl olduğuna dair açıklama bulmak için harcıyorlar. Olup olmadığıyla ilgili bir kuşkuları yok, milyarlarca dolar yatırım yapıyorlar nasıl olduğunu anlamak için. Pozitif ilimlerin alimleri bunca mesai harcarken bakıyorsunuz bazen din alimleri hakikatini idrak ettiği şeyin keyfiyetini çözemiyorsa hakikatini yok saymaya yöneliyor. Bu akletme faaliyeti değildir, akletme temelde şöyle başlar, ben sınırlı şeyler biliyorum, bildiklerim kadarıyla düşünüp, sonuçlara ulaşabiliyorum. Bu sınırlı bilgim dışında kalanları komple yalanlamak durumunda mı? Henüz bilmiyor ki, bilmediği bir şeyin varlığı hakkında reddedici konuşmak akletme değildir. Eğer böyle birşeyi iddaa ediyorsa bir insan aslında şunu iddia etmiş olur, "ben herşeyi biliyorum, herşeyi bildiğim içinde eğer birşey benim bilgi alanımın dışındaysa  o yok demektir"  bunu söylese söylese Allah söyler.

   ...ve a'tedna lehüm azabesseiyr. Ve onlar için cehennem azabını hazırladık. Bunlar göğe yöneldikçe, haram bir faaliyete yöneldikçe taşlandıklarını ve bu günahlarının akıbetinin ise cehennem olacağını haber veren ayetlerden biri.


18 Haziran 2014 Çarşamba

Mülk Suresi 3-4. Ayet

 
   Ellezî halaka seb'a semâvâtin tibâkâ, mâ terâ fî halkır rahmâni min tefâvut, ferciıl basara hel terâ min futûr.

   Göklerin ve yerin yaratılışı, Allah'ın (c.c.) Kur'an da sıklıkla önümüze koyduğu, O'nun engin kudretini, sanatını yansıtan uçsuz bucaksız bir sistem. Bu ayette, Allah katmanlar, tabakalar halinde yedi gökleri yaratandır, buyuruluyor. Allah'ın (c.c) gökleri yedi tabaka halinde yaratması, bir dönem dünya semasıyla alakalı olarak düşünüldü. Ama ayetlere bakıldığında bunun bütünü itibarıyla gökleri kastettiği anlaşılıyor. Semavat diye bildiğimiz, tüm gökleri içine alan bu sistemin yedili şekilde tanzim edildiğini düşündürüyor. Ancak ilim geliştikçe, insanlık bunu keşfettikçe daha keskin sonuçlar elde edilecektir. Bugün anlaşılan pek çok ayet, dün nasıl müteşabih idiyse, bu ayette bugün için müteşabihtir. Yine göklerin ve yerin yaratılışının altı günde olduğu ayeti de müteşabih olarak önümüzde durmaktadır. İnsanlık birgün bunun da anlamını öğrenecek, buna dair ilmi keşiflerde bulunacaktır.

   Allah (c.c) insanı, gökleri incelemeye davet eder. Göklerin yaratılışını, büyüklüğünü incelediği zaman pek çok sonuçlara varacağını Kur'an haber veriyor. Bunlardan bir tanesi de kendi akıbeti, etrafında ölüp duran sevdikleri ve kendi yokoluşunun aslında bir son olmayacağını, tekrar yaratışın mümkün olduğu gerçeğini de yine gökler üzerinden okuyabileceği.  Evelem yerav ennallahellezi halakassemavati vel arda velem ya'ye bi halkıhinne bi kadirin ala en yujyiyel mevta...(1)Görmedilermi ki Allah gökleri ve yeri yaratmış ve güçsüz düşmemiş, yani bu devasa sistemi yaratmışsa, O ölüleri diriltmeye muktedir olmalıdır. İnsan göğe bakacak, bunu yaratan kudreti tanıyacak, "bunu vareden benim gibi ufacık bir varlığı ölümünden sonra elbetteki tekrardan varedebilir"diyecek. Le halkussemavati ve ardı ekberu min halkınnas... (2) Göklerin ve yerin yaratılışı insanın yaratılışından daha büyüktür.

   Yine göklerin ve yerin yaratılışı, onları yaratanın varlığının da en büyük kanıtı olarak Kur'an da sunulmakta. Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi, bir yaratıcının olması gerektiğine aklı erdiğinde, göklere baktı, yıldıza, aya, güneşe baktı, bu mudur benim Rabbim diyerek, hepsinin doğup batan, bir kanuna tabi olan şeyler olduğunu idrak edip, dediki ... la uhibbulafilin (3)  bunlar belli zamanlarda görünüp belli zamanlarda kaybolmak zorunda olan şeyler, belli ki emir altındalar. Ben yüzümü gökleri ve yeri varedene döndüm... (4) Allah (c.c.) başka bir ayette "de ki; Gökleri ve yeri yaratan Allah'tan başka dost mu edinecek mişim..." (5) Allah (c.c.) bu tanımlar üzerinden giderek insanı gökleri ve yeri düşünmeye, düşündükçe de O'nun kudretini anlamaya bir yol bulacağımızı ihbar etmektedir.

   Allah dini de buna göre tanzim etmiş, mü'minin gözünü sürekli göğe dikmiştir. Takvimimiz sürekli gökte gezinip duran ayın hareketi üzerine kurulu. İbadetimiz, namazımız gökteki güneşin hareketlerini iyi hesaplamayı gerekli kılıyor. İbadetlerimizi de herhangi bir istikamete değil, yön tayinimizi yaparak, kıbleyi bularak, o yöne yönelerek icra ediyoruz. Allah ibadetimizde bile bizi, içinde bulunduğumuz yer, yön ve vakit ile ilişkilendirmiştir.

   Ma tera fi halkırrahmani mün tefavut... Rahmanın yaratışında herhangi bir tefavut görmemektesin. Tefavut ne demek, bir taraf kaçıp alıp başını gitmiş. Mükemmel bir fotoğrafın içinden bir parçayı kestiğinizi düşünün, orası nasıl karanlık gözükür. Sen Rahmanın yarattığında bir tefavut göremezsin. Baktığında "bu taraflar düzenli ama öteki taraf kaymış gitmiş" diyebiliyor musun? Ferciil besara... Tekrar dön bak, bakışını tekrar döndür. Bu "nazar"dan öte birşey. "Basiret" yani içinde düşünce, hesap, muhakeme olan bir bakış. Hel tera min futur. O gökte bir yarılma, kırılma görmekte misin? Baktığında "bunu yaratan kudret şuraları iyi becermiş te buraları yapamamış" demekte misin? "Fercii-tekrar bak" ile gelen emir devam etmekte "sümmerciil besara- tekrardan bak" sonunda olacak olan şey şudur; "yenkalib ileykel besaru hasien ve huve hasir" bakışın çaresiz bir halde geri dönecek.

    Bugünkü ilim diyor ki, uzay genişlemektedir. Biz uzaya ne kadar gözlem aracı çıkarsak, dönüp bunların hesabını yapsak dahi biz bunları yapıncaya kadar uzay bizim hesapladığımız noktayı aşmış ve genişlemiş olacak. Kıyısında bulunduğunuz bir deniz düşünün, biz bir kulaç atıyoruz, ama her bir kulaç attığımızda sahil bizden on kulaç, yirmi kulaç uzaklaşıyor.

   Gökler ile aramızdaki mukayeseye sürekli girmemiz, ne denli küçük olduğumuzu, birbirimizle kapıştığımız dünyanın ne denli küçük olduğunu bize hatırlatan somut bir veridir. Mesela uçağa bindiğinizde koca bir şehir parmağınızın ucu kadar gözükür. "Hepsi bu kadar mı"dersiniz. Bu şehirdeki 100 metrekarelik arsalar için insanlar kavga eder, didişir. Bir de uzaydan dünyaya baktığınızı, muhakemenizi buraya taşıdığınızı düşünün. Bu, insana hayatı ve Yaratıcıyı anlamlandırabilmesi hususunda son derece açık kanıtlar sunacaktır.

   Allah (c.c.) başka bir ayette "yoksa onlar hiçbirşeyden mi türediler, yoksa kendi kendilerini mi yarattılar, yoksa gökleri ve yeri de kendileri mi yarattılar"(6) buyuruyor. Böyle şuurlu, akleden, hisseden bir varlık, düşünmeyen , akletmeyen varlıkların çarpışmasıyla mı ortaya çıktı? Sevgiyi , saygıyı bilen , dokunmayı bilen, adaleti bilen , ruh sahibi bir varlığın, fezadaki taş ve cisimlerden, bir hiçten mi türediğini iddia ediyorlar? Yoksa kendileri kendilerini mi yarattılar? Yoksa gökleri ve yeri de kendileri mi yarattılar? Şu halde önümüzde duran , bu en büyük soruların cevabı bizi kuşkusuz bir şekilde yaratıcıya götürürken, biz Güneşin çıkmasıyla parıldayan ve mavileşen bu gökyüzüyle kendimizi hapsedersek kendimize yazık etmiş oluruz. İnsanın bu devasa sistem içinde kendi küçüklüğünü farkedip, yaratıcıya dönmesi gerekirken, "boşver bunları" deyip, o küçücük Dünya'da kendisini gönüllü bir şekilde mahkum etmeye yönelmesi, insanın kendi aklına verdiği en büyük ziyan olsa gerek. Bunları farkedip, akledip, fersah fersah ilerleyebilecekken, Hz.İbrahim gibi yaratıcının önünde hayranlık duyabilecekken, kendisini bu küçük alana mahkum etmesiyle kendine yazık etmiş
olur.

    İnsan bu manzaraya bakınca, "bu karanlıktan bir çıkış varmıdır acaba?" diye hep düşünmektedir. Kuran'da Allah (c.c.) bu çıkışı sadece müminler için konu ediniyor. "Ayetlerimizi yalanlayanlar ve ayetlerimize karşı büyüklenenler, önemsemeyenler için göklerin kapıları açılmaz." (7) Allah göklerden ve göklerin açılan kapılarından söz ediyor. Bu, sistem harici bir bakış açısıyla söylenmiş bir söz olabilir. Yani bir evin içerisinde bulunan ve hiç dışarıyı bilmeyen bir kimse, "dışarı" mefumunu ve dışarıya açılan bir kapı kavramını bilemez. Dışarıdan ona "sana kapı, pencere açayım mı?" diyen bir sesten bahsediyoruz. Devamında "bunlar Cennete'de giremezler" diye geliyor ayet. Bunların arka arkaya gelmesi sanki  göklerin kapılarından çıkış ile Cennete girişin ardışık olduğunu hissettiriyor. Bu sistemin dışına çıkmak ancak müminler için söz konusu olacak. Peygamberimiz (s.a.v.) iyi kimselerin ve kötü kimselerin ölümünden bahsettiği hadiste; iyi kimselerin cenazeleri götürülürken ölen kişinin "çabuk götürün beni" diye seslendiğini bildiriyor. Yani bu kişi, ölümü yaşadı, hayattan ayrıldı, bu çizgiyi geçti. Ayetteki gibi melekler ona "Korkmayın, üzülmeyin, bıraktığınız Dünya üzülmeye değmez.Sizi vadedilen Cennetten ötürü müjdeler olsun" dedi. İşte bu ölüm anında duydukları bile kişiyi öylesine değiştirmiş ve heyecanlandırmış olmalı ki, 60-70 yıl bağlandığı ortamdan bile çabucak kopmuş ve etrafındakilere "Beni çabuk götürün!" demeye başlamış. Kimbilir belki melekler ona, " Bu göklerin dışına çıkacaksın, Allahın sana vaad ettiği güzelliklerden numune göreceksin" diye müjdeler verdiler ve o kişi aradaki farkı tattığı ilk andan itibaren tümüyle hayata dair herşeyden vazgeçebildi.





(1) Ahkaf/33
(2) Mü'min/57
(3) En'am/76
(4) En'am/79
(5) En'am/14
(6) Tur/35-35
(7) Araf/40


7 Haziran 2014 Cumartesi

Mülk Suresi 2. Ayet (6. Bölüm)

   Li yebveküm eyyüküm ahsenü amela...  Allah (c.c.) ölümü ve hayatı, hanginiz daha güzel amel yapacak, bunu ibtila etsin diye yarattı, sınavın ana gayesi bu. Bu bize hangi mesajı veriyor? İçinde bulunduğumuz ortamda bizden beklenen en güzel amel kriteri. Her bireyin ayrı ayrı yoklandığı yegane kriter bu. Ölümü, hayatı ve yaratıcının bizi bu hayatın içinde niçin yarattığı gerçeğini yok sayarsak o zaman yaşamın kendisiyle boğuşmaya başlıyoruz. Birbirimize karşı mücadeleye, üstünlük kurma yarışına, yeryüzüyle boğuşmaya, ondan daha fazla birşeyler kapmaya, böylesi bir yarışa dönüşüyor. İ’lemû ennemel hayâtud dunyâ leibun ve lehvun ve zînetun ve tefâhurun beynekum ve tekâsurun fîl emvâli vel evlâd...(1) dünya hayatı bu haliyle sadece bir oyun ve eğlenceye, bir süs malzemesine, aranızda böbürlenme aracına, mallar ve evlatlar bakımından çoğalma yarışına dönüşen bir maraton haline gelir. İnsan, hayatın gerçek maksadını gözden kaçırdığında bunlarla uğraşıyor. Allah bunları yağan yağmurla birlikte, tüm güzelliğiyle ortaya çıkan bir mahsule benzetiyor. Her ilkbaharda başlayan bu süreç kısa zaman içerisinde sararıp solar ve çer çöp haline gelir. Bunlar nasılsa, gayretini bu öğeler üzerine kurup, yaratılış maksadından gafil kalan kişi de böyle bir yarışın içerisinde koşar koşar ve sonu neticesiz kalır. "Li yeblüveküm ahsenü amela" ifadesiher insan için kilit öneme haiz. Buna dikkat edildiği, davranışlar, eylemler buna dayalı olarak şekillendiği sürece sonuç alınır, bu gözden kaçırıldığında kendi başına eğlenen, oyalanan, bir sürü yorgunluğa girilen ve sonuçsuz kalan bir sürece dönüşür. Böyle kimseler ölümün eşiğine geldiklerinde yığdıkları malların, onca uğraşının aslında amaçsız kaldığını, ...vecedallâhe indehu fe veffâhu hisâbeh... (2)oracıkta Rabbiyle karşılaşıp ona hesabını çıkardığını görürler. Bu, kişinin varlığını ve yaşamını akletmeyerek kendisine yaptığı en büyük kötülük olsa gerek. 

   Ayetin sonu "vehuvel azîzul gafûr" diye bitmekte. El azîzul, karşı duranı olmayan, herşeyi gücü, kudreti altında tutan en yüce kudret. Allah (c.c.) el azîz oluşuna niye burada işaret etti? Surenin başında mülkün sahibi olduğunu, hanginiz güzel ameller yapacak diye ölümü ve hayatı yarattığını ifade etti. Burada el azîz deniyorsa, bu yapmak istediklerini kesinlikle yerine getireceğini, bu süreci değiştirmeye, başka bir yöne çekmeye, durdurmaya, engellemeye güç yetirilemeyeceğini, tamda istediği gibi işletip, sonuçlandıracağına işaret ediyor. 

   Yani Allah (c.c.) başlangıçta böyle diledi, dolayısıyla ömürlerimize başlangıç ve sonlar tayin etti, eceller tayin etti, ama mesela süreç yarıda kesildi. İnsanlar Allah'ın (c.c.) bu murad ettiği şeyde O'nu aciz bıraktılar. Ölüm sarmalından kurtuldular, artık ölmemeye başladılar, kendilerine uzayda özerk bir bölge oluşturdular, Allah'ın (c.c.) takdirlerini kırmaya başladılar. Yüce Yaratıcı baştan planladığını sonuca vardıramadı. İlk dönemler bazı insanlar hakkında bu dilediklerini yerine getirebilmişken, insan zekasıyla, yaptıklarıyla bu döngüden kurtuldu. Böyle birşey sözkonusu olabilir mi? Allah "Ben El aziz'im"diyor. Nahnu kadderna beynekümul mevte ve ma nahnu bimesbukıyn. (3) Aranızda ölümü biz takdir ettik ve biz bu konuda geçilemez, aşılamaz durumdayız. Yani Allah'ın, insanları sınamak için kurduğu bu sistemi, amaçladığı şeyden uzaklaştıracak, sistemden el çektirecek bir noktaya gelmesi düşünülemez. O'nu böyle bir acziyete düşürmek sözkonusu değildir. Yani Allah (c.c.) kuralları koydu, sanmayın ki yerine getiremez, O, El aziz'dir. 

   Mesela öğretmen yılın başında kurallar koyar, şöyle yaparım, böyle ederim, şöyle yapanın notunu kırarım vs.. Ama dönem içerisinde vakıayla yüzleşir. Öğrenciler toplu hareket ediyor, öğretmen istediklerini yaptıramıyor. Bazen okul idaresi karar alıyor. Bayramda şöyle olacak, gelmeyen şöyle olur, keskin ifadeler kullanılıyor. Ama öğrenciler toplu halde gelmeyiveriyor, okul yönetimi aciz kalıyor. Koyduğu kuralı yerine getiremeyen nice yönetim vardır. Allah (c.c.) ben sistemi böyle kurdum, bu amaçla kurdum, böyle işleteceğim, dediği yerde "Ben El aziz' im" diyor. Sanmayın ki zaman uzadıkça, süreç ilerledikçe Allah(c.c.) bu maksadından aciz kalır, sonuca vardıramaz, o yüzden gevşek davransakta mühim değil.  Tamda dediği gibi yapacak ve vakti gelince sistemi tümden yokedecektir, çünkü Allah (c.c.) el aziz'dir. El aziz ifadesi Allah'ın bu konuda ne kadar ciddi olduğunu vurgularken, ayetin son kelimesi bize bir müjdeyi seslendiriyor. El gafur, bağışlayan, çokça esirgeyen. Bu iki kelime, birisi ne kadar sert, korkutucu, ürkütücü ise, sistemin açık vermeyecek 
olduğunu ifade ediyorsa el gafur da aynı manaya hizmet ediyor.  Şöyle ki; eğer biz yaratılışımızın 
maksatlarıyla uyumlu bir halde değilsek, el aziz bizi korkuttuğunda, el gafur bize; sistemin manasına, amacına uyumlu hale gelmenin bir yolu var, diyen bir ifadedir. 

   Yüce Yaratıcıya dönüp; ben hayatı bugüne değin Sen'in yarattığın maksatla uyumlu yaşamadım, Sen'i gözardı ettim, benim tekrar Sen'inle barışık olmamaın bir yolu var mı? Sen'in bu konuda ciddi olduğunu ve bu sistemi beni sınamak adına tercihlerimi ortaya koyabileceğim, irademi rahatça sergileyebileceğim bir ortam olarak yarattığını ve buradaki rolümü ve önemimi farkettim, benim için bir yol, bir ümit var mı, dediğinde, Allah (c.c.); "el gafur" diyor. O bağışlayandır. Kur'an da tehdit içeren ayetler bile mağfiret içerenler kadar davete yöneliktir. Allah (c.c.) niçin yoksayanlar, müstekbir olanlar açısından akıbetin feci olacağını hatırlatır, detaylarıyla azabını anlatıyor? Eğer cezalandırma yanlısı olsaydı çok üstünde durmaz böylece daha fazla kişinin cehenneme düşmesine yol açacak bir ifadede bulunurdu. Ama tersine Allah (c.c.) kullarını bundan sakındıran, kendisine çağıran bir uslup içerisindedir. Cennete çağıran ayetlere de, cehennemden sakındıran ayetlere de baktığımızda şu neticeye varırız; Allah (c.c.) kuluna rahmet etmek istiyor. 


   Kimler Allah'ın rahmetinden, Allah (c.c.) çağırdığı halde nasipsiz kalabilir? O rahmeti ısrarla istemeyenler. Allah (c.c) en azılı kulu Firavun' a Hz. Musa'yı gönderirken ona kavlüleyyin- yumuşak söz ile tebliğde bulunmasını öğütlüyor. Eğer Firavun da dönseydi Allah ona da rahmet ederdi. Allah kullarına "Kul yâ ıbâdiyellezîne esrefû alâ enfusihim lâ taknetû min rahmetillâh, innallâhe yagfiruz zunûbe cemîâ..." Ey kendilerine karşı israfta bulunmuş olan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, Allah bütün  günahları affeder" diye sesleniyor. Öyle kimselerden söz ediyoruz ki, günahta israf etmiş, Allah kendilerine ne kadar imkan lutfettiyse hep kendi aleyhlerinde kullanmış kimseler. Kullarına; ümitsizliğe düşmeyin, ne kadar uzaklaşmış olursanız olun affederim, haberini gönderen Allah (c.c.). Bunun başka bir örneğini biliyor musunuz? Birbirine küsen insanları barıştırmak için arada mekik dokuyanlar birinin ağzından olumlu bir söz koparmak için çırpınıp dururlar. İkisi de karşı taraf tenezzül etsin diye bekler. Göklerin ve yerin yaratıcısı ise daha baştan tenezzül ediyor ve haber gönderiyor. Ben bağışlarım diyor, yeterki kul dönsün. 


(1) Hadid/20
(2) Nur/39
(3) Vakıa/60


  










4 Haziran 2014 Çarşamba

Mülk Suresi 2. Ayet (5. Bölüm)

Li yeblüveküm...

  Sizler cennete gireceğinizi mi sandınız, Allah içinizden cihad edenleri, sabredenleri bilmeden.(1) İbtila, Allah'ın sınaması konusu bir boyutuyla Allah'ın bilmesi, kullarının ne tepki vereceğini öğrenmesi, bunu ezelden bilip bilmediği ve O'nun gayb ilmiyle bunu ne denli bildiği konusunu da içinde barındırmaktadır. Bu konu pek çok insanın "Allah, değilmi ki bizim ne yapacağımızı, nasıl tepkiler vereceğimizi bilmektedir, şu halde niçin hayatı, ölümü, bunca sistemi yarattı da bu kadar işe girişti? Halbuki zaten bunun sonuçlarını bilmektedir" gibi bir soruyada dönüşebilmektedir.

   Allah olacak herşeyi olmadan önce bilir. Bunu Allah gayb ilmiyle açıklıyor. Bizler sadece şuhud aralığı dediğimiz zamana bakmaktayız. Olaylar gerçekleştikçe tanık olmaktayız, üstelik gerçekleşen her olaya da tanık değiliz. Allah zatını ise, hem gerçekleşen her olaya, gerçek zamanlı olarak,evrenin neresinde olursa olsun tanık olduğunu -ki buna Kur'an da ilmüşşehadeh diyor- ve bununla sınırlı olmadığını, zamanın ilerisinin ve gerisinin de ilmine sahip olduğunu -buna da ilmülgayb diyor-  ifade ediyor. Alimül gaybi veşşehadeti. Gaybında şehadetinde alimi. Allah'ın gayb ilmi, yani birşey olmadan önceki ilmi ile o şey gerçekleşirken olan şehadet ilmi birebir örtüşür. Allah, gayben bildiği birşey gerçekleştiğinde " a böyle bizim bildiğimiz gibi olmadı" demez. Gayben nasıl bildiyse hakikat ve vakıa aynen Allah'ın bildiği şekilde birbiriyle örtüşür. Asla burada bir yanılgı, fire sözkonusu olmaz.  Dolayısıyla, Allah, biz insanlar için hazırladığı yaşam ve yaşam içerisindeki hertürlü sınav sahnelerini ve bunlarda ne tür tepkiler vereceğimizi bilir. Vakti zamanı gelince biz bu tepkileri verdiğimizde de Allah şehadet ilmiyle ayrıca bilir ve bu iki bilgi örtüşür.

   Şimdi şu iki noktayı ayırmak lazım. Allah'ın zaten yaşanacak bir olayı henüz yaşanmadan bilmesi ayrı birşey, hiç yaşanmayacak bir olayı bilmesi diye bir söylem başka birşeydir. Yani Allah'ın birşeyi olmaksızın bilmesinden mi sözediyorsunuz? Allah henüz olacak birşeyi henüz olmadan kesinlikle bilir.  Ama olmaksızın, olmayacak birşeyi bilmesi demek, bu batıl bir sorudur. Çünkü Allah'ın bilgisi değilmi ki hakikati yansıtacak, olmayacak birşeyin de Allah, olmayacağını bilir. Yani "Allah bize hiç sınav ortamı yaratmasaydı, iyilik fırsatları, kötülük fırsatları yaratmasaydı, yaratmadan nasıl olsa bilecek, niçin iyileri cennete, kötüleri cehenneme koymadı" sorusu batıl bir sorudur. Allah böyle yapsaydı, yani bunların hiçbirini yaratmasaydı, Allah'ın bileceği şey "hiçbirşey yaratmadığı" olacaktı. Olmayacak birşeyden bahsediyorsanız, Allah onun olmayacağını bilir. Olacak şeyleri önceden bilmesinden yola çıkarak, olmayacak şeyleri bilmesini de söylemek batıldır. Allah olmayan birşeyin de olmadığını bilir. ...e tunebbiûnâllâhe bimâ lâ ya'lemu fîs semâvâti ve lâ fîl ard...(2) Siz Allah'a ne göklerde ne de yerde bilmediği birşeyi mi haber veriyorsunuz? Allah'ın bilmediği şey nedir? Bir şeriki, ortağı olduğu. Allah böyle birşey bilmiyor, dolayısıyla böyle birşey yok. 

   Li yeblüveküm... Sizi sınasın diye... Bir başka noktaya işaret etmeye gerek var. Allah'ın gayben bilmesi amellerimizi O'nun belirlediği anlamına gelir mi? Burada sorun Allah'ın bizim tepkilerimizi belirlemesi mi, yoksa önceden bilmesi mi? Allah Kur'an da hiçbir yerde "sizin amellerinizi, sınav sahnelerinde verdiğiniz tepkileri ben belirliyorum" demiyor. Tersine, tercihin tamamen bize ait olduğunu, özgür olduğumuzu söylüyor. O zaman geriye ne kalıyor, Allah'ın bizim tercihlerimize müdahale etmeksizin bilebilmesi. Bu Allah'ı ilgilendiren, O'na ait bir bilgi türüyse buna bozulma hakkımız yok. Biz, sonuna kadar tercihlerimizin bize ait olması konusunda itirazkar olabiliriz, hakkımız bu, aksi zulüm olur. 

   Eğer bir adım ileri gidip; sonradan olacak birşeyi önceden biliyorsanız bunu illaki siz belirliyorsunuz, bunu belirlemeksizin bilmenin imkanı yok, bu Allah için bile sözkonusu olamaz, gibi birşey iddia edersek, o zaman bize derler ki; sen bütün ilmi ihata mı ettin ki böyle birşeye hükmediyorsun? İlimde en büyük beceri, birşeyin olamayacağına hükmetmektir. Çünkü bu bütün varlığı ihata etmeyi gerektirir. Bugün tecelli eden nice ilmi gelişme varki geçmişteki insanlara sorsan onun mümkün olamayacağına hükmederlerdi. Dolayısıyla Allah bizim bilmediğimiz bir ilimle zamanın öncesini ve sonrasını , o zaman içerisindeki insanların tepkilerine ipotek koymaksızın bilebiliyorsa bu Zat-ı İlahi' ye ait birşeydir. Bizi ilgilendirmez, yeter ki bizim irademize dokunulmasın. 


(1) Al-i İmran/142
(2) Yunus/18








 

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Mülk Suresi 2. Ayet (4. Bölüm)

 
   Kötülükler de aynı şekilde sınav aracıdır. Güzelliklerde aranan şükür, kötülüklerde aranan sabırdır. Allah'ın (c.c.) şartları zora sokup, sıkıntılı hale getirip, test ettiği anda; "Elbette bu Rabbimizden gelen birşeydir, buna sabredeceğiz" diye mi karşılayacaklar, yoksa isyan mı edecekler.

   Allah (c.c.) Elçisini de müminleri de sıkıntılarla ibtila etmiştir. ...innen nâse kad cemeû lekum fahşevhum...(1)  Onlara bütün insanlar sizin aleyhinizde toplandılar, artık onlardan korkun dendiğinde...

 Bütün Arap yarımadasında ne kadar karşıt güç varsa ittifak yapıp Medine'nin üzerine yürümüşlerdi. Onlar böyle bir musibette, ayetin ifadesiyle " canların boğaza dayandığı" bir sıkıntıda, içerden de münafıkların ihanetiyle,  büsbütün kuşatılmışlardı, o kadar ki yine ayetin ifadesiyle " zihinlerde Allah hakkında çeşit çeşit zanlar belirmişti." Bu kadar sıkıntıya uğradıkları andaki tepkilerini Allah (c.c.) Kur'an' da şöyle aktarıyor. Onlar demişler ki; ...haza ma vaadenallahü ve resuluhü...(2) Bu sıkıntı bize Allah'ın ve Resulünün vaadettiği birşeydir. Nasıl vaadetti Allah(c.c.); Biz sizi hayır ile de şer ile de imtihan edeceğiz, dedi. Şimdi sırası geldi bizi bu sıkıntıyla imtihan ediyor. Bu Rabbimizin zaten haber verdiği birşeydir. Allah (c.c.) onlar hakkında buyuruyor ki; Bu durum onların sadece imanlarını, teslimiyetlerini arttırdı. 

   Allah'ın (c.c.) bu ibtilaları (imtihanları) kesinkes, illaki yerine getireceğine dair Kur'an  da çok keskin ifadeler var. Ve leneblüvenneküm...sizi kesinlikle sınayacağız.(3) bizim okuduğumuz Mülk Suresinin bu ayetinde ölümü ve hayatı bunun için yarattım, diyor. Dolayısıyla bundan vazgeçmesi, bunun olmaması diye bir seçenek yok, başka türlüsünü düşünmeyin. O sebeple gelen ifadeler arapçası açısından son derece te'kidlidir.  Hatta bazı ayetlerde " yoksa sınanmadan bırakılacağınızı mı sandınız" diye tersinden nükteli bir şekilde, yani ne kadar yanlış düşünmüşsünüz, şeklinde ifadeler vardır. 


   Ve le nebluvennekum bi şey’in minel havfi vel cûi ve naksın minel emvâli vel enfusi ves semerât, ve beşşiris sâbirîn.(4)

   Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele.

   Kesinlikle sınanacaksınız. Mallarınız hususunda ve canlarınız hususunda. Canlarınızı da verip veremeyeceğiniz hususunda Allah (c.c.) sizi test edecektir. "Herşeyimi veririm ama canımı vermem" diye bir istisnanız mı kalacak? O yüzden Allah Resulü (S.A.V) diyor ki bunun niyetine her bir mümin illaki girmeli. Ve buna dair hazırlığını kendi iç dünyasında Rabbine arzetmelidir. Bunu hayal etmeksizin bir ömür geçirmemelidir. "Yarabbi, canımı bile istesen vermeye hazırım" diye kişinin bütün samimiyetiyle kendi içinde Rabbiyle bunu konuşabileceği bir kıvama ermesi lazım.

   "Sizden önce kitap verilmiş olanlardan da kötü şeyler işiteceksiniz" yani onların bu olumsuz söylemleri üzerinden de sizi sınayacağız. "Ve müşriklerden de çok eziyetler göreceksiniz, sabreder ve sakınırsanız muhakkak ki bu yapılacak işlerin en değerlisidir" bu sınanmalardan da beklenen şey sabır ve kişinin Allah'ın (c.c.) buyruklarına isyan etmeksizin korunması.


   Dolayısıyla hem hasenat hem seyyiat tamamen ibtilaya yöneliktir. Allah (c.c.) sınamak için kişinin hayatında bunca koşullar, bunca değişik durumlar, sahneler, farklı farklı sınav türleri varetmiştir. 

   Bunlar olmadan olabilir miydi? 

   Allah (c.c.) buyuruyor ki; Em hasibtum en tedhulûl cennete ve lemmâ ye’tikum meselullezîne halev min kablikum... Sizden önce gelenlerin başına gelenler  size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?(5) Aynı durumları test eden sıkıntıları size yaşatmadan sizi cennete sokuvereceğimizi mi zannediyorsunuz? 

   İnsanlar biz iman ettik demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar? (6) İnsanlar sandılarmı ki biz iman ettik diyecekler, sonra fitnelere, sıkıntılara uğramadan öylece bırakılacaklar. Bu olanaklı değil. Allah (c.c.) müminleri öylece bulundukları hal üzerinde bırakıp, habis olanı tayyib olandan ayırtetmeyecek mi? (7) Asla öyle değil!  Allah (c.c.) halden hale sokacak, kişilerin ve milletlerin hayatında koşulları sürekli değiştirecek ve onları değişik ortamlarda, değişik sınav türleriyle karşı karşıya getirecektir. 


(1) Al-i İmran/173
(2) Ahzab/22
(3) Bakara/155, Muhammed/31
(4) Bakara/155
(5) Bakara/214
(6) Ankebut/2
(7) Al-i İmran/179


Mülk Suresi 2. Ayet (3. Bölüm)

   Li yeblüveküm... Sizi sınasın diye. Demek ki Allah (c.c.) belli koşulları varetti, mesela güzellikleri varetti, test unsuru olarak. 


   İnnâ cealnâ mâ alel ardı zîneten lehâ li nebluvehum eyyuhum ahsenu amelâ. (1)

   Biz yeryüzünde ne kadar zinet, ne kadar güzellik varsa hepsini varettik, niçin, onları sınayalım diye. Demek ki varlıktaki güzel şeyler de sınavın bir aracı, aynı şekilde kötü şeyler de, musibetler de sınav aracı.

   ...belevnâhum bil hasenâti ves seyyiâti leallehum yerciûn. (2)

   Güzel şeylerle de onları sınadık, kötü şeylerle de sınadık.


   Kullu nefsin zâikatul mevt, ve neblûkum biş şerri vel hayri fitneh, ve ileynâ turceûn. (3)

   Her can ölümü tadacaktır. Biz sizi denemek için hayırla da şerle de imtihan ederiz. Sonunda bizim huzurumuza getirileceksiniz.

   İyi ve güzel şeylerin sınavından Allah'ın beklediği, kulun bunlara karşı şükürde bulunması, bunların sahibini yok saymayıp O'na karşı şükran hissetmesi, kulluğa yönelmesi.

   Hatırlayın Süleyman (A.S.) 'ı, Sebe melikesinin tahtını istediğinde "İlim sahibi o zat dedi ki, ben o tahtı sana, sen gözünü kırpmadan getiririm" Hz. Süleyman (A.S.) o uzak diyardan istediği tahtı karşısında görünce, -belki insanın kendini birşey zannedeceği, çok kritik bir sahne- diyor ki; haza min fadli Rabbi- Bu Rabbimin fazlından, benden değil. Ne kendinden biliyor, ne de yapan kimseden. Demiyorki -nasıl becerdin, sen ne kadar yetenekli birisin. Bu Allah'ın (c.c) bana yaşattığı bir güzelliktir, diyor. Niçin, li yeblüveni- beni sınasın diye. E eşkurü em ekfur- şükür mü edeceğim, yoksa kendimi birşey mi zannedeceğim.

   Bütün güzellikler, Allah'ın (c.c.) hayatımıza kattığı, gözbebeğimiz olan bir çocuk veya ihsan ettiği bir mülk, güzel bir araba, güzel bir eş, hayatın her türlü güzelliği kişideki şükrü yoklayan bir unsurdur.


   Allah (c.c.) İbrahim (A.S.) ıda ihsan ettiği lutuflar üzerinden imtihana çekmiştir. Bunlar hep bela' dediğimiz sınav aracı olan şeyler. Kendisine evlat nasibedince evladı üzerinden sınav etmiş.

   Ve izibtelâ ibrâhîme rabbuhu bi kelimâtin fe etemmehun... Bir vakit Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle ( emirlerle) sınamıştı, O'da onları hakkıyka yerine getirdiğinden...(4) 

   Yani Allah'ın Elçileri beladan uzak olan, sınavdan muaf tutulan kimseler değil, tersine daha sıkı sınandıklarını görüyoruz. Allah (c.c.) İbrahim'i (A.S) imtihan etti, O'da busınavlardan geçmiştir, bunları tastamam yerine getirmiştir, diye ayette notunu da zikrediyor Allah (c.c).

   Dolayısıyla gelen bir evlatta sınav aracıdır. Kulun ona olan sevgisi, tutkusu an gelip Cenab-ı Hakkı geride bırakacak mıdır, bırakmayacak mıdır? Kul herdem Rabbinden taraf mı kalacaktır, yoksa kendisini evladıyla özdeşleştirip Rabbini unutacak mıdır? Bunların hepsi sınav için verilmiş şeyler.


(1) Kehf/7
(2) Araf/168
(3) Enbiya/35
(4) Bakara/124

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Mülk Suresi 2. Ayet (2. Bölüm)

   Ellezi halakal mevte vel hayate...

   Ölümü ve hayatı yaratan Zat, niçin yarattı? "Li yeblüveküm" Sizi sınasın diye. Allah gerekçesini açıklıkla ifade ediyor. Önceki ayetle birlikte düşününce, ölüm ve hayat bu mülkün içinde ortaya çıkıyor. O zaman bu sistem, içinde ölümün hayatın olduğu bu evren niçin varedildi sorusunun cevabı;  "sizi sınasın diye" Derinleştikçe derinleşen, büyüyen, küçülen ta atoma uzanan bu muazzam sistemi niçin varetti; "sizi sınasın diye" Burada tercihlerinin sorumluluğunu hatırlatan, ürperten bir yaklaşım var "deneneceksin, sınava çekileceksin! "

   Ve ma halaktül cinne vel inse illa li ya'buduni. Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (1)

   Allah(c.c.) ancak kulluk edelim diye, kulluğumuzun şuurunda yaşayalım diye bizi yarattı. Allah(c.c.) bu denli önem atfediyorsa bizim sınanmamıza, koca evreni, bu sistemi, ölümü ve hayatı yaratacak kadar,  o zaman bunun çok ciddi sonuçları olacak demektir. İşte bunun ağırlığı üzerimize çökmektedir.

   İmtihan etsin, bu sistem içinde çeşitli ortamlar yaratsın, tercihlerimizi ortaya koyabileceğimiz alternatifler oluştursun, bizi bu anlamda serbestlikle kendimizi ifade edebileceğimiz bir sınavın içerisine alsın diye. "Hanginiz daha güzel amel yapacaksınız" Demiyorki "Hanginiz daha çok amel yapacaksınız" niteliğini vurguluyor " ahsen"

   Allah Resulündeki ( s.a.v) örnekliğe bakarsak bu " ahsen" boyuyunu daha güzel anlarız. Kendisi birgün sabah namazından çıktıktan sonra eve döndüğünde -belki kuşluk vaktine yakın- eşinin hala oturduğu yerde tesbihler yaptığını görünce demişki; ben sabahleyin bir kelime söyledim, senin şu kadar bekleyip söylediklerinden daha üstündür. Ne söyledinki ey Allah'ın Resulü, deyince (tam hatırlamıyorum ama) Subhanallahi velhamdülillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber gibi bir zikir söylüyor. Vermek istediği mesaj şu; bilinçle, şuurla yüce yaratıcıyı bir ayetinde tefekkür etmek, anlamaya çalışmak, anmak sırf tekrara dayalı, anlamdan yoksun, sadece yorgunluk oluşturmaya yönelik şeylerden daha üstündür. Kendisi buna yönelmediği gibi insanlar açısından da buna fırsat vermemiş. Çünkü Allahın Elçisine (s.a.v) göre yapılması gereken az da olsa sürekli olanı. Allah katında kabul gören, hoş olan, beğenilen amel olarak böyle ifade ediyor.

   Ahsen amel Allah'ın Elçisinin(s.a.v) örneklediği kadardır. Bundan öteye yol aramak, fazlalaştırmak, çoğaltmak onun güzelliğine güzellik katmaz aksine bozar.

   "Ahsenü amela" niteliğinin vurgulu olması, bizim güzel bir örneğe yönelmemizi gerektirmektedir. Güzel örnek olarak doğrudan kitabın kendisine vahyedildiği elçiyle ilgilenmek en makul yaklaşımdır. O'nun ibadetlerini hangi sınır ve çerçevede yaptığına odaklanmak gerekir.


(1) Zariyat/56